Loading...

DİNÎ VE KÜLTÜREL YAŞAM

A
nayasal üzene dayalı laik bir hukuk devleti olan (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 2) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toplumsal yapısı, ağırlıklı olarak Sünnî Müslümanlardan oluşmaktadır. Dini ve kültürel yaşama ilişkin 2014 yılında yapılan “Türkiye’de Dini Hayat Araştırması’ndaki verilere göre nüfusunun %99.2’sini Müslümanların oluşturduğu bu yapı içerisinde Yahudilik ve Hristiyanlık gibi dinlerin çeşitli mezheplerine bağlı grupların yanı sıra Yezidîlik, Süryanîlik gibi daha küçük dini gruplar da mevcuttur. Bu çerçevede Türk toplumunun dinî ve kültürel yaşamı, Anadolu topraklarının çok kültürlü yapısının yanı sıra İslam dininin hoşgörü ile bir arada yaşama ilkesine bağlı olarak şekillenmiştir. Geçmişten bugüne aktarılan söz konusu bir arada yaşama tecrübesi, Cumhuriyet dönemiyle birlikte demokrasi, hukukun üstünlüğü, evrensel insan hakları ve insan onuru gibi modern norm ve ilkelere dayalı kabullerle harmanlanarak günümüz Türk toplumunun temel inanç, değer ve tercihlerini meydana getirmiştir. Böylece İslamiyet’in temel öğretileriyle manevi açıdan olgunlaşan Türk kültürü, geleneksel biçimler ile modern yaşamın iç içe geçtiği engin bir hoşgörünün ve konukseverliğin timsali haline gelmiştir.

Türk toplumunun dini ve kültürel yaşamı içerisinde var olan eşitlik ve özgürlük ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası ile de hukuki açıdan güvence altına alınmıştır. Buna göre “herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” (Madde 10). Ayrıca Anayasa’nın bir gereği olarak “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. …ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz” (Madde 24). Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal işleyişini belirleyen bu ilkelerin kökleri, Türklerin gerek İslam öncesinden beri taşıya geldiği adalet, cömertlik, cesaret, dürüstlük, yardımseverlik ve kahramanlık gibi erdemler, gerekse İslamiyet’i kabul ettikten sonra kazandıkları ve kendi kültürleri ile harmanladıkları temel ahlaki öğretilere dayanmaktadır. Bu anlayışın dini temelleri, inanç hürriyetini merkeze alarak “dinde zorlamanın olmayacağını” (Bakara, 2/256) belirten ve “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır…” (Nahl, 16/125) diyen Kur'an-ı Kerim’in ilkelerinden ve “İnsanlara güzel söz ile yaklaş” diyen Hz. Muhammed’in öğretilerinden beslenir. Anadolu insanının bu ana kaynaklardan beslenerek içselleştirdiği ahlaki ilkeleri, farklı topluluklarla bir arada yaşayarak pratik hayata aktarmasıyla Türk toplumunun kadim dini ve kültürel yaşamı vücut bulmaya başlamıştır.

Farklı anlayış ve yaşayışlara saygı duyan, onlarla birlikte barışçıl bir yaşamı mümkün kılan bu kuşatıcı bakış açısı sayesinde, başlangıçtan itibaren karşılıklı güvene dayalı istikrarlı bir toplum düzeninin meydana getirilmesi amaçlanmıştır. Nitekim Hz. Muhammed’in “Müslüman, insanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir” (Buhârî, Îmân, 4) hadis-i şerifi, Türklerin dini ve kültürel yaşamındaki yol göstericiliğini her daim korumuştur. Nitekim onun “güvenilir Muhammed” (Muhammedü’l-emîn), ilk Müslüman toplumun yaşadığı bölgenin ise “güvenilir belde” (Beldetü’l-emîn) olarak nitelenmesi “güven” kavramının toplumsal yaşamın merkezindeki konumunu gösteren örnekler arasındadır. Bu gelenek yalnızca Müslüman devletlerin iç işleriyle sınırlı kalmayıp dönemin devletler hukukuna da yansımış, “milletlerarası kamu hukuku” konusunda da benzer örnekler ortaya konulmuş ve çağın şartlarının çok üzerinde kriterleri haiz bir toplum düzeni tesis edilmiştir. Böylece Müslümanların yaşadığı coğrafyaların çağlar boyunca özgür ve güvenli beldeler olması sağlanmıştır.

Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra fethedilen bölgelerde yaşayan her inançtan insanın can, din, akıl, mal ve nesil güvenliğinin, bizzat yöneticilerin fermanı ile teminat altına alınması ve bu uygulamanın zamanla yerleşik bir gelenek haline gelmesi de bunun en dikkat çekici örneği durumundadır. Tarih boyunca yerleştikleri geniş coğrafyalarda başka ırk ve inanç mensuplarıyla barış içinde bir arada yaşayan Türklerin söz konusu yaşam pratiği, Müslümanlığı kabul etmelerinin ardından İslam geleneği ve uygulamalarıyla da birleşince tarihte eşine ender rastlanan bir “birlikte yaşama” bilinci, biçimi ve tecrübesi ortaya çıkarmıştır.

Anadolu coğrafyasının tarih boyunca çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yaptığı bilinmektedir. Bu özelliğiyle Anadolu’nun; Hititler, Lidyalılar, Frigyalılar, Likyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ile Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’dan gelen halkların kendi içinde ahenkli bir harmoni oluşturduğu görülmektedir. Bu harmoni, modern Türkiye’nin tarihi ve kültürel mirasına da ev sahipliği yapmaktadır. Nitekim Türkiye’nin üzerinde bulunduğu bu coğrafyada Greko-Latin, Yahudi-Hristiyan kültür mirasları ile bin yılı aşkın bir süre egemen olmuş İslam kültürünün bütün özelliklerini görmek mümkündür. Bir başka anlatımla farklı etnik, dini ve kültürel topluluklar bu topraklar üzerinde asırlarca barış içinde yaşamışlar ve bu coğrafya, söz konusu unsurların bir arada güven ve huzur içinde yaşama modelini insanlık âlemine bağışlamıştır.

Türk tarihinde yabancı kültür ve dinlerle temasların sıklığının yanı sıra başlangıçtan itibaren oluşan sosyo-kültürel koşullar, Türkler arasında farklı milletlerin inançları ve geleneklerine karşı hoşgörülü bir tutumun önemli bir karakteristik olarak ortaya çıkmasına ve gelenekleşmesine imkân sağlamıştır. Nitekim bu dinî hoşgörü, en tipik örneklerini büyük mutasavvıflarda bulmuştur. Yeseviliğin Anadolu'da şekillenen kolları olarak kabul edilen Bektaşilik ve benzeri tarikatlara mensup Hacı Bektaş-ı Velî, Ahi Evran, Sadreddîn-i Konevî, Yunus Emre ve Mevlânâ Celaleddin-i Rumî gibi mutasavvıflar Anadolu'ya İslâmiyet’le birlikte Türk örf ve âdetlerini getiren kültür elçileri konumundadır.
Esasen Orta Asya’da doğup Anadolu’ya taşınan ve Yesevilik başta olmak üzere burada İslamiyet’in doğru anlaşılmasında önemli etkisi olan tasavvufî geleneğin, Anadolu coğrafyasının dinî yapısının şekillenmesindeki rolü oldukça büyüktür. Bu anlayış, yüzyıllar içerisinde kültürel yaşamın dinî ritüellerle iç içe geçerek harmanlanmasını sağlamış ve “Türk Müslümanlığı”nın oluşumunu mümkün kılmıştır. Tasavvufî öğretilerin katkısıyla şekillenen bu özgün dinî ve kültürel bakış açısının nesilden nesile aktarılması, en az dinî ritüeller kadar önemsenmiştir. Bu sayede, söz konusu sürecin ürünü olan temel dinî-edebi metinler, geleneğin taşıyıcıları rolünü üstlenerek hem toplumu şekillendirmiş hem de toplumsal hayat içerisinde dinî motifli bir halk kültürünün benimsenmesini sağlamıştır. Bu kültür sayesinde dinî ve kültürel yaşamın aktarımı kurumsal bir hüviyet kazanmıştır. Hem kültürel ve sözlü aktarım hem de dinî metinlerin bünyesinde barındığı yazılı kaynakların yol göstericiliği sayesinde, Anadolu coğrafyasında dinî-kültürel yapı, kökleri sağlam ve derinlerden beslenen, aynı zamanda dalları ve yaprakları vasıtasıyla yeni nesillere uzanan bir köprü vazifesi görmüştür. Bu özellik, aynı zamanda sosyokültürel ve dini yaşamı beklenmedik zamanlarda gerçekleşen ve derinlerden gelen yıkıcı etkilere karşı da korumuştur.
Bu gelenek içerisinde İslamiyet’in düsturları, toplumun temel dinamikleri olarak benimsenmiş ve yüzyıllar boyunca farklı din ve milletten insanların huzur içerisinde bir arada yaşayabildiği bir toplumsal düzenin inşa edilmesine katkıda bulunmuştur. Şüphesiz Anadolu coğrafyasının dinî, sosyal ve kültürel yapısını besleyen zenginlikler, Yesevîlik ile sınırlı kalmamıştır. İçine doğduğu kültürün değerleriyle bütünleşerek insanlığın gönül dünyasını işleyen Yunus Emre de Anadolu irfan geleneğinin güçlü öznelerinden biridir. Yunus, Anadolu’yu karış karış dolaşarak, insanlara dinin özünü; başka bir ifadeyle bireyi ve toplumu kuşatarak birliktelik ruhunu besleyen yönlerini anlatma gayretinde olmuştur. Bu çabanın bir ürünü olarak onun dizeleri, toplum üyelerini birbirine yakınlaştıran ortak bir “değer havuzu” hüviyetini kazanmış; bu dizelerde işlenen dinî motifli kültürel değerler, toplumun yaralarının sarılıp iyileştirilmesinde aktif rol oynamıştır.

Anadolu coğrafyasının tarihî süreç içerisinde maruz kaldığı yıkımlar, işgaller ve savaşlar esnasında, toplumu bir arada tutan en önemli unsurların başında gelen dinî motifli kültürel değerlerin taşıyıcılarından biri de Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’dir. O, toplumsal bütünleşmenin en çok zarar gördüğü zamanlardan birinde Türk toplumunda birlik ve beraberlik mayasının güçlenmesini, küresel ölçekte ise hümanist bir ahlâkın, hoşgörünün ve sevginin yeniden canlanmasını sağlayan kültür elçilerindendir. Mevlânâ, tıpkı Hoca Ahmet Yesevî ve Yunus Emre gibi, sevgi, barış ve hoşgörüye dayalı değerlerle dini ve kültürel yaşamın harcını yeniden karmayı başaran millî ve manevi değer öncüleri arasındadır.

Anadolu irfan geleneği olarak adlandırılan ve Yunus Emre’nin ifadesiyle “yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş gören” dünya görüşü, yekdiğeri hakkındaki müspet düşünce ve davranışları esas almaktadır. Böylece kişinin varlığına derin bir tevazu katmakta ve varoluşa ilişkin güçlü kavrayışıyla diğerkâm, kanaatkâr bir kültürün sınırlarını zorlamaktadır. Öyle ki Anadolu insanı, ilahî bir emir olarak infakı, yaşamdan kopuştan ziyade paylaşımı, tevazuyu ve barışı öğütleyen bir yaklaşım ile gönüllere işlemiştir. Bu dünya görüşü, Ahmet Yesevi, Yunus Emre ve Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi’nin yanı sıra, Hacı Bektâş-ı Velî, Hacı Bayrâm-ı Veli, Şeyh Şaban-ı Veli ve Eşrefoğlu Rûmi gibi büyük irfan bilgelerinin, yüksek tevazu, hoşgörü, sevgi, şefkat ve merhamet değerlerini yücelten yaklaşımı ile ayırt edilmektedir. Bu kuşatıcı yaklaşım, kendisini sadece insanın değil, tüm varlıkların hukukunu koruyup gözetmekle mükellef kılmakta ve çevresindeki her şeye emanet nazarıyla bakmaktadır.
Anadolu
coğrafyasında dinî
ve kültürel yapı yeni nesillere uzanan
bir köprü vazifesini görmüştür.