Loading...

DİNÎ VE KÜLTÜREL YAŞAM

A
nayasal üzene dayalı laik bir hukuk devleti olan (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Madde 2) Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toplumsal yapısı, ağırlıklı olarak Sünnî Müslümanlardan oluşmaktadır. Dini ve kültürel yaşama ilişkin 2014 yılında yapılan “Türkiye’de Dini Hayat Araştırması’ndaki verilere göre nüfusunun %99.2’sini Müslümanların oluşturduğu bu yapı içerisinde Yahudilik ve Hristiyanlık gibi dinlerin çeşitli mezheplerine bağlı grupların yanı sıra Yezidîlik, Süryanîlik gibi daha küçük dini gruplar da mevcuttur. Bu çerçevede Türk toplumunun dinî ve kültürel yaşamı, Anadolu topraklarının çok kültürlü yapısının yanı sıra İslam dininin hoşgörü ile bir arada yaşama ilkesine bağlı olarak şekillenmiştir. Geçmişten bugüne aktarılan söz konusu bir arada yaşama tecrübesi, Cumhuriyet dönemiyle birlikte demokrasi, hukukun üstünlüğü, evrensel insan hakları ve insan onuru gibi modern norm ve ilkelere dayalı kabullerle harmanlanarak günümüz Türk toplumunun temel inanç, değer ve tercihlerini meydana getirmiştir. Böylece İslamiyet’in temel öğretileriyle manevi açıdan olgunlaşan Türk kültürü, geleneksel biçimler ile modern yaşamın iç içe geçtiği engin bir hoşgörünün ve konukseverliğin timsali haline gelmiştir.

Türk toplumunun dini ve kültürel yaşamı içerisinde var olan eşitlik ve özgürlük ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Anayasası ile de hukuki açıdan güvence altına alınmıştır. Buna göre “herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” (Madde 10). Ayrıca Anayasa’nın bir gereği olarak “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. …ibadet, dinî ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz” (Madde 24). Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal işleyişini belirleyen bu ilkelerin kökleri, Türklerin gerek İslam öncesinden beri taşıya geldiği adalet, cömertlik, cesaret, dürüstlük, yardımseverlik ve kahramanlık gibi erdemler, gerekse İslamiyet’i kabul ettikten sonra kazandıkları ve kendi kültürleri ile harmanladıkları temel ahlaki öğretilere dayanmaktadır. Bu anlayışın dini temelleri, inanç hürriyetini merkeze alarak “dinde zorlamanın olmayacağını” (Bakara, 2/256) belirten ve “(Ey Muhammed!) Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır…” (Nahl, 16/125) diyen Kur'an-ı Kerim’in ilkelerinden ve “İnsanlara güzel söz ile yaklaş” diyen Hz. Muhammed’in öğretilerinden beslenir. Anadolu insanının bu ana kaynaklardan beslenerek içselleştirdiği ahlaki ilkeleri, farklı topluluklarla bir arada yaşayarak pratik hayata aktarmasıyla Türk toplumunun kadim dini ve kültürel yaşamı vücut bulmaya başlamıştır.

Farklı anlayış ve yaşayışlara saygı duyan, onlarla birlikte barışçıl bir yaşamı mümkün kılan bu kuşatıcı bakış açısı sayesinde, başlangıçtan itibaren karşılıklı güvene dayalı istikrarlı bir toplum düzeninin meydana getirilmesi amaçlanmıştır. Nitekim Hz. Muhammed’in “Müslüman, insanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir” (Buhârî, Îmân, 4) hadis-i şerifi, Türklerin dini ve kültürel yaşamındaki yol göstericiliğini her daim korumuştur. Nitekim onun “güvenilir Muhammed” (Muhammedü’l-emîn), ilk Müslüman toplumun yaşadığı bölgenin ise “güvenilir belde” (Beldetü’l-emîn) olarak nitelenmesi “güven” kavramının toplumsal yaşamın merkezindeki konumunu gösteren örnekler arasındadır. Bu gelenek yalnızca Müslüman devletlerin iç işleriyle sınırlı kalmayıp dönemin devletler hukukuna da yansımış, “milletlerarası kamu hukuku” konusunda da benzer örnekler ortaya konulmuş ve çağın şartlarının çok üzerinde kriterleri haiz bir toplum düzeni tesis edilmiştir. Böylece Müslümanların yaşadığı coğrafyaların çağlar boyunca özgür ve güvenli beldeler olması sağlanmıştır.

Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra fethedilen bölgelerde yaşayan her inançtan insanın can, din, akıl, mal ve nesil güvenliğinin, bizzat yöneticilerin fermanı ile teminat altına alınması ve bu uygulamanın zamanla yerleşik bir gelenek haline gelmesi de bunun en dikkat çekici örneği durumundadır. Tarih boyunca yerleştikleri geniş coğrafyalarda başka ırk ve inanç mensuplarıyla barış içinde bir arada yaşayan Türklerin söz konusu yaşam pratiği, Müslümanlığı kabul etmelerinin ardından İslam geleneği ve uygulamalarıyla da birleşince tarihte eşine ender rastlanan bir “birlikte yaşama” bilinci, biçimi ve tecrübesi ortaya çıkarmıştır.

Anadolu coğrafyasının tarih boyunca çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yaptığı bilinmektedir. Bu özelliğiyle Anadolu’nun; Hititler, Lidyalılar, Frigyalılar, Likyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ile Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’dan gelen halkların kendi içinde ahenkli bir harmoni oluşturduğu görülmektedir. Bu harmoni, modern Türkiye’nin tarihi ve kültürel mirasına da ev sahipliği yapmaktadır. Nitekim Türkiye’nin üzerinde bulunduğu bu coğrafyada Greko-Latin, Yahudi-Hristiyan kültür mirasları ile bin yılı aşkın bir süre egemen olmuş İslam kültürünün bütün özelliklerini görmek mümkündür. Bir başka anlatımla farklı etnik, dini ve kültürel topluluklar bu topraklar üzerinde asırlarca barış içinde yaşamışlar ve bu coğrafya, söz konusu unsurların bir arada güven ve huzur içinde yaşama modelini insanlık âlemine bağışlamıştır.

Türk tarihinde yabancı kültür ve dinlerle temasların sıklığının yanı sıra başlangıçtan itibaren oluşan sosyo-kültürel koşullar, Türkler arasında farklı milletlerin inançları ve geleneklerine karşı hoşgörülü bir tutumun önemli bir karakteristik olarak ortaya çıkmasına ve gelenekleşmesine imkân sağlamıştır. Nitekim bu dinî hoşgörü, en tipik örneklerini büyük mutasavvıflarda bulmuştur. Yeseviliğin Anadolu'da şekillenen kolları olarak kabul edilen Bektaşilik ve benzeri tarikatlara mensup Hacı Bektaş-ı Velî, Ahi Evran, Sadreddîn-i Konevî, Yunus Emre ve Mevlânâ Celaleddin-i Rumî gibi mutasavvıflar Anadolu'ya İslâmiyet’le birlikte Türk örf ve âdetlerini getiren kültür elçileri konumundadır.
Esasen Orta Asya’da doğup Anadolu’ya taşınan ve Yesevilik başta olmak üzere burada İslamiyet’in doğru anlaşılmasında önemli etkisi olan tasavvufî geleneğin, Anadolu coğrafyasının dinî yapısının şekillenmesindeki rolü oldukça büyüktür. Bu anlayış, yüzyıllar içerisinde kültürel yaşamın dinî ritüellerle iç içe geçerek harmanlanmasını sağlamış ve “Türk Müslümanlığı”nın oluşumunu mümkün kılmıştır. Tasavvufî öğretilerin katkısıyla şekillenen bu özgün dinî ve kültürel bakış açısının nesilden nesile aktarılması, en az dinî ritüeller kadar önemsenmiştir. Bu sayede, söz konusu sürecin ürünü olan temel dinî-edebi metinler, geleneğin taşıyıcıları rolünü üstlenerek hem toplumu şekillendirmiş hem de toplumsal hayat içerisinde dinî motifli bir halk kültürünün benimsenmesini sağlamıştır. Bu kültür sayesinde dinî ve kültürel yaşamın aktarımı kurumsal bir hüviyet kazanmıştır. Hem kültürel ve sözlü aktarım hem de dinî metinlerin bünyesinde barındığı yazılı kaynakların yol göstericiliği sayesinde, Anadolu coğrafyasında dinî-kültürel yapı, kökleri sağlam ve derinlerden beslenen, aynı zamanda dalları ve yaprakları vasıtasıyla yeni nesillere uzanan bir köprü vazifesi görmüştür. Bu özellik, aynı zamanda sosyokültürel ve dini yaşamı beklenmedik zamanlarda gerçekleşen ve derinlerden gelen yıkıcı etkilere karşı da korumuştur.
Bu gelenek içerisinde İslamiyet’in düsturları, toplumun temel dinamikleri olarak benimsenmiş ve yüzyıllar boyunca farklı din ve milletten insanların huzur içerisinde bir arada yaşayabildiği bir toplumsal düzenin inşa edilmesine katkıda bulunmuştur. Şüphesiz Anadolu coğrafyasının dinî, sosyal ve kültürel yapısını besleyen zenginlikler, Yesevîlik ile sınırlı kalmamıştır. İçine doğduğu kültürün değerleriyle bütünleşerek insanlığın gönül dünyasını işleyen Yunus Emre de Anadolu irfan geleneğinin güçlü öznelerinden biridir. Yunus, Anadolu’yu karış karış dolaşarak, insanlara dinin özünü; başka bir ifadeyle bireyi ve toplumu kuşatarak birliktelik ruhunu besleyen yönlerini anlatma gayretinde olmuştur. Bu çabanın bir ürünü olarak onun dizeleri, toplum üyelerini birbirine yakınlaştıran ortak bir “değer havuzu” hüviyetini kazanmış; bu dizelerde işlenen dinî motifli kültürel değerler, toplumun yaralarının sarılıp iyileştirilmesinde aktif rol oynamıştır.

Anadolu coğrafyasının tarihî süreç içerisinde maruz kaldığı yıkımlar, işgaller ve savaşlar esnasında, toplumu bir arada tutan en önemli unsurların başında gelen dinî motifli kültürel değerlerin taşıyıcılarından biri de Mevlânâ Celaleddin-i Rumi’dir. O, toplumsal bütünleşmenin en çok zarar gördüğü zamanlardan birinde Türk toplumunda birlik ve beraberlik mayasının güçlenmesini, küresel ölçekte ise hümanist bir ahlâkın, hoşgörünün ve sevginin yeniden canlanmasını sağlayan kültür elçilerindendir. Mevlânâ, tıpkı Hoca Ahmet Yesevî ve Yunus Emre gibi, sevgi, barış ve hoşgörüye dayalı değerlerle dini ve kültürel yaşamın harcını yeniden karmayı başaran millî ve manevi değer öncüleri arasındadır.

Anadolu irfan geleneği olarak adlandırılan ve Yunus Emre’nin ifadesiyle “yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş gören” dünya görüşü, yekdiğeri hakkındaki müspet düşünce ve davranışları esas almaktadır. Böylece kişinin varlığına derin bir tevazu katmakta ve varoluşa ilişkin güçlü kavrayışıyla diğerkâm, kanaatkâr bir kültürün sınırlarını zorlamaktadır. Öyle ki Anadolu insanı, ilahî bir emir olarak infakı, yaşamdan kopuştan ziyade paylaşımı, tevazuyu ve barışı öğütleyen bir yaklaşım ile gönüllere işlemiştir. Bu dünya görüşü, Ahmet Yesevi, Yunus Emre ve Mevlânâ Celaleddin-i Rûmi’nin yanı sıra, Hacı Bektâş-ı Velî, Hacı Bayrâm-ı Veli, Şeyh Şaban-ı Veli ve Eşrefoğlu Rûmi gibi büyük irfan bilgelerinin, yüksek tevazu, hoşgörü, sevgi, şefkat ve merhamet değerlerini yücelten yaklaşımı ile ayırt edilmektedir. Bu kuşatıcı yaklaşım, kendisini sadece insanın değil, tüm varlıkların hukukunu koruyup gözetmekle mükellef kılmakta ve çevresindeki her şeye emanet nazarıyla bakmaktadır.
Anadolu
coğrafyasında dinî
ve kültürel yapı yeni nesillere uzanan
bir köprü vazifesini görmüştür.
İnsanı, temel inanç ve kabuller ekseninde yeniden inşa etmeyi amaçlayan dinî motifli kültürel değerler, onun hem kendisini hem de evreni keşfetmesine aracılık etmektedir. Bu özelliğiyle bireylerin psikolojisini, hayata bakışını ve yaşama kattığı değerleri şekillendiren bir anlayış olarak Anadolu irfanı, bu toprakların emanetçilerine bir taraftan farklılıklarla bir olabilen, mütevazı ve yardımsever bir şahsiyet kazandırırken, diğer taraftan mutlu ve huzurlu bir yaşamın kapılarını açmaktadır. Kaynağını Anadolu topraklarından alan bu kapsayıcı din anlayışı, hem içsel bir yolculuğu hem de tüm dünya ile kalpten bağlılığa dayalı bir yaklaşımı öğütlemektedir. Bu yaklaşım, yalnızca aynı dine ve düşünceye bağlı bireyleri değil, kendinden olmayanı da içine alan engin bir bakış açısına yaslanmaktadır.

Anadolu’da şekillenen dinî ve kültürel yaşam, özellikle Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde belli bir dinamizm ile karakterize olmuş, farklılıklara saygıya ve hoşgörüye kapılarını ardına kadar açık tutmuştur. Öyle ki Osmanlı’nın gayrimüslim tebaasına yönelik hoşgörüsü, örneğin 1492’de, İspanya ve Portekiz’deki zulümden kaçan ve sayıları yüz bini bulan Yahudileri, Osmanlı Devleti’nde sığınak bulmaya götürmüştür. Osmanlı toplumunda yaşayan Müslümanlarla gayrimüslimler birbirlerine komşu köyler oluşturdukları gibi, barış içinde bir arada yaşadıkları şehirler de kurmuşlardır. Bu şehirlerde ortak kurum ve kuruluşlar vücûda getirerek onlardan birlikte yararlanmışlardır. Bazen aynı mahallede yan yana oturmuş bazen de komşu mahallelerde oturarak komşuluk ilişkilerini sürdürmeyi tercih etmişlerdir. Aynı çarşıdan alışverişlerini yapmışlar, aynı imaretten yiyip içmişler ve aynı sebilden susuzluklarını gidermişlerdir. Aynı mabette ibadet etmedikleri halde, birbirlerinin havrasına, kilisesine ve camiine saygı göstermişlerdir. Böylece Musevilerin cumartesi tatili, Hristiyanların pazar ayini ve Müslümanların cuma namazı, yaygın töre ve gelenekler arasında kabul görmüş, bir ortak yaşam pratiği olarak yüzyıllarca yaşana gelmiştir. Ortak ziyaretgâhlar çoğu zaman aynı anda ziyaret edilmiş, kutsal kabul edilen mekânlarda bir arada bulunmaktan, hatta birlikte ibadet etmekten kaçınılmamıştır.

Osmanlı toplumunda ister Müslüman, ister gayrimüslim olsun, insanlar, aralarında çözemedikleri hukuki davalarını “kadı”lara götürüp onların adaletine güvendiklerini göstermişlerdir. Davalarının Müslümanlarla aynı mahkemede görülmesini istemelerinden de bu anlaşılmaktadır. Bu mahkeme kayıtlarındaki belgelerde görüldüğü gibi, bir gayrimüslimin şikâyeti ile davaları görülen bir Müslüman, kendi aleyhinde dahi olsa kadının verdiği karara razı olmuş ve hüküm yerine getirilmiştir. Yerine göre bir Müslümanla, bir gayrimüslim kadın evlenmiş ve aile ortamında mutlu bir yuva kurmuşlardır. Çoluk çocuk sahibi olup, bu toplumda bir arada yaşamanın en güzel örneğini vermişlerdir. Onun için yalnız giyim kuşamında değil, mimarisinde, folklorunda olduğu gibi; mutfağında, çardağında, damında ve avlusunda da ortak özellikler taşıyan bir hayatın içinde ömür sürüp gitmişlerdir. Bayramlarında, eğlencelerinde bir araya gelen ve gündelik hayatlarındaki çeşitli ihtiyaçlarını birbirlerinden karşılamak suretiyle birlikte yaşayan Müslümanlarla gayrimüslimler, böylece aynı musiki nağmelerinden aldıkları zevki paylaşmışlardır. Bu arada sevdiklerini kaybettiklerinde de, tıpkı zevk ve eğlencelerinde olduğu gibi, keder ve üzüntülerinde de ortak olmaktan çekinmemişlerdir.
Turizm Ülkesi Türkiye
Geleneksel Sanatlar
Tiyatro
Türk Mutfağında Öne Çıkan Lezzetler
Dinî ve kültürel yaşamın, tarihsel ve toplumsal bağlamda değişken bir niteliğe sahip olması, toplumsal yaşamın işleyişinin doğal bir sonucudur. Bu dinamik karakteri nedeniyle dinî ve kültürel yapıların her dönemde yeniden incelenmesi gerekmektedir. Nitekim modern Türkiye’nin doğuşuyla birlikte benimsenen 1924 Anayasası’nda “Devletin dini İslâm’dır” ibaresi yer alırken, daha sonra bu ibarenin çıkarılarak din ve devlet işlerini birbirinden ayıran bir yaklaşımın hâkim olduğu bilinmektedir. Bu yaklaşımın bir sonucu olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında dinî yapılar kendi iç dinamikleri ile yönetilmeye başlanmış ve belli açılardan kısıtlamalara maruz bırakılmıştır. Modern devlet algısı ve batılı devlet olma ideali ile yapılan reformlar sonucunda dinî grupların geleneksel yapısında farklılaşmalar meydana gelmiş, dinî organizasyonların kurumsallaşması önemsenmiş ve devlet eliyle teşvik edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkelerinden biri olarak laiklik ilkesi, bu dönemin politikalarının en temel belirleyeni olmuştur. İslam ülkeleri arasında anayasasında laikliğe yer veren ve bunu uygulayan tek ülke Türkiye'dir. 5 Şubat 1937’de “Laiklik” bir Anayasa ilkesi hâline getirilmiştir. Laiklik ilkesinin başlangıçta dayatmacı bir tutumla uygulanması ve dinî grupların kurumsallaşmasının kırılgan bir süreç olması sebebiyle çeşitli sorunlar yaşanmış, bununla birlikte uzun erimli bir politika olarak dini grupların kapalı yapılarının kısmen de olsa gevşetilmesi amaçlanmıştır. İlerleyen süreçte Diyanet İşleri Başkanlığı ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi başta olmak üzere devlet tarafından kurulan din hizmetleri ve yüksek din öğretimi kurumları vasıtası ile bir yandan toplumun ihtiyacı olan din adamları yetiştirilirken diğer yandan toplum hayatında var olan geleneksel dini formlara kurumsal bir kimlik kazandırılmıştır. Bu kurumlar aracılığıyla sadece İslam dini hakkında değil aynı zamanda çeşitli dünya dinleri, kültürleri ve tarihleri hakkında da bilimsel çalışmalar yapılmıştır ve halen bu çalışmalar devam etmektedir.

Türkiye'de İslam dininin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili hizmetler ve toplumu bilgilendirme faaliyetleri, 3 Mart 1924'te Başbakanlığa bağlı olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) tarafından yürütülmektedir. DİB’in kurulmasında Ziya Gökalp’in merkezi bir din hizmetleri teşkilatının kurulmasını önermesi etkili olmuştur. Ona göre din hizmetleri devletin denetiminde kurumsal bir hüviyet kazandığı takdirde bu hizmetlerdeki dağınıklık ve kötüye kullanımların önüne geçilebilecektir. DİB, bugünkü yapısı ile merkez, taşra ve yurt dışı kuruluşlarından oluşmakta, çalışanlarıyla vatandaşların dini hizmetlerini, mezhep ayrımı gözetmeksizin yerine getirmelerine katkıda bulunmaktadır. DİB, cami içi ve cami dışındaki hizmetleri ile cezaevlerinden hastanelere, sevgi evlerinden kadın sığınma evlerine, Kredi ve Yurtlar Kurumu bünyesindeki öğrenci yurtlarından gençlik merkezlerine, sivil toplum kuruluşlarından pek çok kamu kurum ve kuruluşuna kadar çeşitli alanlarda toplumun farklı kesimlerine yönelik geniş bir yelpazede din hizmeti sunmaya devam etmektedir. Hizmetlerini, İslam dininin temel kaynaklarını esas alarak, İslam tarihi içinde oluşan dini birikim ve tecrübeyi, aklın ve modern bilimin temel gerekleri ile toplumsal şart ve ihtiyaçları gözeterek yürütmekte olan Diyanet İşleri Başkanlığı, yurt içi ve yurt dışı din hizmetlerinin geliştirilmesi ve toplumun sağlam dinî bilgi ile aydınlatılması amacıyla ulusal ve uluslararası toplantılar da düzenlemektedir.
Balat
Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluş kanunu ile birlikte çıkartılan 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile örgün din eğitimi faaliyetleri Maarif Vekâleti bünyesinde sürdürülmeye başlanmıştır. Bu tarihten itibaren söz konusu faaliyetler, dönemsel kesintilere rağmen ilk, orta ve lise düzeyindeki okullarda devam ettirilmiştir. Yükseköğretim düzeyindeki din eğitim ve öğretimi faaliyetleri ise 1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin açılması ile birlikte başlamıştır. 1980’li yıllarda yenileri eklenen ve 2000’li yıllarda artmaya başlayan yüksek din öğretimi kurumlarının sayısı, 2022 yılı itibariyle yüz yirmiye yaklaşmıştır. Bu kurumlarda; dini ve kültürel mirası değerlendirebilen, bilimsel verilerden yararlanarak problemlere çözüm üretebilen, ilâhiyat alanında temel bilgi, zihniyet ve yaklaşıma sahip ; yaşam boyu öğrenme becerisi sergileyebilen, bilgiyi içselleştirerek kendini geliştirmeye ve erdemli olmaya çaba gösteren, dini mirası özümseyen ve insanlığa yararlı olacak her türlü yeniliğe ve sürekli gelişmeye açık olmanın gerekliliğine inanan, birikimini insanlığa hizmet için toplumla paylaşabilen ilahiyatçıların yetiştirilmesi amaçlanmaktadır. Toplumumuzun ve insanlığın din hizmeti gereksinimini karşılamak için ilahiyat alanında çağın gerektirdiği mesleki bilgi ve becerilerle donanmış araştırmacı, katılımcı, paylaşımcı, uzlaşmacı üstün nitelikli yetkin ilahiyatçılar ve ilahiyat bilim insanlarının yetiştirilmesi de, söz konusu kurumların amaçları arasındadır. Bugün İlahiyat Fakültesi ve İslami İlimler Fakültesi olarak isimlendirilen yüksek din öğretimi kurumlarının mezunları, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığının çeşitli birimlerinde din görevlisi, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni, din hizmetleri uzmanı ve akademisyen kadrolarında görevler almaktadır. Bu iki kurum dışında çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarının yanı sıra, toplumsal yaşamın pek çok sivil sektöründeki dinî motifli din hizmetlerinin yürütülmesine de destek sağlayarak, sosyokültürel ve dinî yaşamın işleyişinde aktif roller üstlenmektedir.
Nevmekan
Türkiye Cumhuriyeti, din anlayışının bilimsel temeller üzerine inşa edilmesi için geçmişten aldığı mirası modern eğitim kurumlarıyla güçlendirerek devam ettirmektedir. Bu sayede dini ve kültürel yaşamın iç içe geçtiği, farklılıklara saygıyla yaklaşan bir hoşgörü anlayışını nesilden nesile aktarılarak korumayı amaçlamaktadır. Osmanlı Devleti’nin bakiyesi durumundaki topraklarda var olan sayısız kültürel eserlerin ve örneklerin yanı sıra bugün ülkemiz genelinde ibadete açık çok sayıda kilise, sinagog ve havranın bulunması, dini motifli kültürel mirasın sürekliliğini ve gücünü göstermektedir. Çok kültürlü bir toplum yapısına sahip olmanın getirdiği tecrübe ve birikimin sağladığı avantajlar sonucunda, üç büyük dinin mabetlerini ülkemizde yan yana görmek mümkündür. Bir inanç sistemi, gerek içinden çıktığı gerekse sonradan dâhil olduğu yapıdan bağımsız düşünülemeyeceği için kültürün ve dinin iç içe geçmiş ve karşılıklı birbirini şekillendiren olgular olarak değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda günümüz Türkiye’sinin dini ve kültürel yaşamı, Türk kültürünün ve İslam geleneğinin birbiriyle harmanlandığı kadim insanlık değerlerinden beslenen tarihsel tecrübesi ve kültürlerarası çok katmanlı yapısı ile din ve kültür etkileşiminin çağdaş dünyadaki seçkin örneğini oluşturmaya devam etmektedir.

“BENİM TÜRKİYEM”

Siz de sizin gözünüzden Türkiye'yi anlatarak bize katkıda bulunabilirsiniz.