Loading...

BİN YILLIK BİR GEÇMİŞE ŞEKİL VEREN 1915 OLAYLARI

Y
aklaşık bin yıllık bir geçmişe sahip olan Türk-Ermeni ilişkileri, kimi zaman dostluk ve ittifakları, kimi zaman ihtilaf ve kavgaları bünyesinde barındırmıştır. Hem Türklerden önce hem de sonra, karışıklıklar ve ihtilaflar zamanında güçlü devletlerin yanında yer alarak millî varlıklarını koruyan Ermeniler, Anadolu’nun herhangi bir vilayetinde nüfus çoğunluğuna sahip olamadıklarından bağımsız bir devlet yapısına kavuşamamışlar, kiliseleri etrafında millî benliklerini korumaya çalışmışlardır. Selçuklular, Anadolu beylikleri ve peşinden Osmanlılar, Ermenilere dinî ve kültürel özgürlüklerini vermiş ve bu sayede XIX. yüzyıla kadar refah içinde yaşamışlardı. Milliyetçilik çağı olan XIX. yüzyılda, diğer Osmanlı tebaaları gibi Ermeniler de kendi kaderlerini tayin etmek düşüncesi ile hareket etmiş, Rusya ve İngiltere başta olmak üzere büyük devletlerin desteği ile bu amaçlarına ulaşmak istemişlerdi. Osmanlı Devleti ise, daha çok hukuki reformlarla bu süreci atlatmak istemiş ancak bunda başarılı olamamıştı. Tanınan her hak ve gerçekleştirilen her reform, Ermeniler arasındaki milliyetçilik düşüncesini güçlendirmiş ve sonuçta Birinci Dünya Savaşı sırasında istenmeyen olaylar yaşanmıştı. Geçen yüzyıl boyunca Osmanlı Devleti’ni ve onun varisi olan Türkiye Cumhuriyeti’ni soykırım suçlamasıyla itham eden Ermenistan ve Ermeni diasporası, dünya kamuoyunun desteğini alarak siyasi baskılarla isteklerine ulaşmaya çalışmaktadır. Ermeni komiteleri yalnızca Türkleri soykırımla suçlamakla yetinmemekte aynı zamanda hukuki olarak ispatlanmamış olan 1915 Olayları ile ilgili iddialarını kabul etmeyenleri baskı altında tutarak suçlu gösterip mahkûm etmek istemektedirler.

5 Temmuz 2013’te Erivan’da Ermenistan, Karabağ ve Diaspora hukukçularının katıldığı “İkinci Tüm Ermeni Hukukçular Forumu” düzenlenmiş, bu forumda sözde Ermeni soykırımı ile ilgili yasal sorunlar ele alınmıştır. Forumun açılış konuşmasını yapan Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, hukukçuların soykırımın uluslararasında tanınmasına teorik ve pratik katkıda bulunmalarının önemine değinerek, “Ermeni soykırımının uluslararasında tanınması, kınanması ve sonuçlarının ortadan kaldırılması her zaman için gerekli olacaktır. Ermeni Devleti var oldukça bu tarihi gerçeği reddetmek ve unutturmak için tüm çabalar başarısız olmaya mahkûmdur. Bu insanlığa karşı en büyük suçtur, her şeyden önce ve ilk olarak bizzat Türkiye tarafından tanınmalı ve kınanmalıdır.” demiştir.

2010 yılında Ermenistan ile Türkiye arasında imzalanan normalleşme protokollerinin, Ermeni komitelerinin baskısından dolayı başarısızlığa uğramasından beri Ermenistan, Türkiye’ye yönelttiği eleştirilerin dozunu artırmış, Ermeni liderler tanıma ve kınamanın da ötesine geçerek “soykırımın sonuçlarının ortadan kaldırılması” üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bununla kastedilen 1915-1923 yılları arasında tehcire uğramış Ermenilerin torunlarına tazminat ödenmesi, kiliselerinki de dâhil, güya el konan Ermeni mallarının iade edilmesi ve Türkiye’den Ermenistan’a toprak verilmesidir. Ermenistan hukukçularına göre Sevr Anlaşması hala yürürlüktedir ve devletler arasında imzalanmış olan Gümrü, Moskova ve Kars anlaşmaları hükümsüzdür. Avrupa Birliğine üye ülkeler ve ABD tarafından Türkiye’den istenen bu düşünceye sahip olan Ermenilerle görüşmek ve barışmak yönündedir.Bütün bu tek taraflı dayatmalara rağmen Karabağ Savaşlarından sonra başlayan Türkiye-Azerbaycan-Ermenistan yakınlaşması, Ermenistan’ın reel politikalar etrafında kazançlı çıkacağını da göstermektedir. Ancak bu duruma müsaade etmeyen Taşnak grupları Paşinyan Hükûmeti’ni bu konuda baskı altında tutarak sokak gösterileri ile düşürmek istemektedirler. Tıpkı geçen yüz yıl boyunca olduğu gibi yine Ermeni halkının sefaletine sebep olacak politikalar peşinden koşan Ermeni komiteleri, Kafkasya’da Ermenistan’ın yalnızlaştırılması politikalarını uygulamakta böylece dünya kamuoyunda inşa edilmiş olan “mağdur Ermeni kimliği” politikasını sürdürmeye devam etmektedirler.
Ermenistan gibi belki de ondan daha fazla diasporada yaşayan Ermeniler için soykırım kavramı ve ondan doğan iddialar her geçen gün üzerinde daha sık durulacak bir konu haline gelmektedir. Ekonomik bunalım içinde yaşayan Ermenistan vatandaşları açısından 1915 olayları gündelik hayata çok hâkim değildir fakat dünyanın dört bir tarafına dağılmış, ekonomik durumu iyi olan en azından herhangi bir sıkıntı içinde bulunmayan Ermeniler için soykırım bir varoluş sebebi olarak görülmektedir. Bunun inkârı ve belleklerden silinmesi Ermenilerin yaşadıkları toplum içinde erimelerine ve zamanla yok olmalarına sebep olacak bir olgudur. Diaspora Ermenileri için bir varoluş sebebi haline gelen “soykırıma uğrayan millet” düşüncesi vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturmaktadır. Tabii ki tarihi süreklilik içinde bu yaklaşım, bir bütünün parçası olarak görülmelidir, bin yıl önce Türklerle karşılaşmadan evvel de Ermenilerin aynı ruha sahip oldukları görülmektedir. Bu yönüyle 150 yıllık Ermeni terörü ve iddiaları, Türklere karşı düşmanlık ruhu, saptırılmış bir tarih tezine dayanıyor görünmektedir. Bu saptırılmış tarih tezini ve soykırım yazma geleneğini irdelediğimizde durumun millet bilincinin devamı için kronikleştiği açıktır.
Turizm Ülkesi Türkiye
Geleneksel Sanatlar
Tiyatro
Türk Mutfağında Öne Çıkan Lezzetler
Ermeniler tarihin en eski devirlerinden beri Doğu Anadolu’da askerî ve siyasi açıdan etkin olamamalarına rağmen bölgeye hâkim olan Asurlular, Urartular, Persler, Medler arasında kendilerini de zikretme ihtiyacı duymuşlardır. Aslında güçlü bir Ermeni devleti bu dönemde var olmamıştır. Ermenilerin Hristiyanlığı kabul etmelerinden sonra da bu tür “Büyük Ermeni Tarihi” yaklaşımları, bölgeye hâkim olan Bizans ve Sasani idaresi altında sürülmelere, ezilmelere rağmen yaşamıştır. Türkler Anadolu’ya ayak bastığında ne büyük bir Ermeni krallığı ne de güçlü bir liderleri vardı. Büyük Selçuklu idaresi Ermenilere, diğer farklı unsurlara olduğu gibi, hemen hemen her alanda özgürlük vermiş, savaşçı bir toplum olmayan Ermeniler bölgede kurulan Müslüman devletler içinde ticaret ve sanatta ön plana çıkmışlardır. Osmanlı Devleti’nin kurulmasından ve İstanbul’un fethinden sonra Çukurova, Bursa ve Amasya’daki Ermenilerin çoğu İstanbul’a gelerek yerleşmiş, XVII. yüzyılın ilk yarısında İran’da Şah Abbas’ın baskısından kaçan birçok Ermeni Osmanlı topraklarına göç etmiştir. Huzurlu bir hayat arayan Ermeniler İstanbul, İzmir ve diğer Osmanlı şehirlerine gelip ticaretle ve zanaatla meşgul olmuşlardır. Ermeniler, Osmanlı Devleti idaresinde birçok görev alarak Türklerle kaynaşmışlardır. 1835-1839 yılları arasında Türkiye’de bulunan Helmuth Von Moltke İstanbul’da Osmanlı Seraskerinin (Başkumandanının) Ermeni tercümanı ve ailesinden bahsederken Ermeniler hakkında şunları yazar: “Bu Ermenilere, hakikatte Hristiyan Türkler denilebilir. Rumların kendi özelliklerini korumalarına karşın Ermeniler Türk adetlerini, hatta dilini benimsemişlerdir. Kadınları sokakta Türk kadınlarından ayırt edilemez”.
Osmanlı Devleti idaresinde XVII. yüzyıldan XIX. yüzyılın ortalarına kadar Ermenilerle ilgili önemli değişiklikler meydana gelmiş; Ermeni Kilisesi, Hristiyanlığı Ermeni milliyetçiliğinin oluşması yönünde kullanmış, bu konuda Avrupalı devletlerin Bab-ı Âli'ye baskıları artmıştır. Artık Ermeniler, Yunanistan’ın yaptığı gibi, bağımsızlığa giden yolda büyük bir devletin yardımına ihtiyaç olduğuna inanmışlardır. Bu sebeple İstanbul Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan, dini liderler Mıgırdıç Kırımyan ve Horen Narbey 1878 Berlin Konferansı’nda, ilk defa uluslararası bir toplantıda Ermeni milletinin isteklerini dile getirmişler; Doğu Anadolu’da en azından bir Ermeni Federasyonu kurulmasını talep etmişlerdir. Berlin Anlaşması’ndan sonra, istediklerini elde edememenin verdiği acı ile bir yazısında kırımyan Van Ermenilerine şöyle hitap ediyordu. “…bu doğanın kanunu, eğer koyun gibi olursanız savaşmak için bir boğanın boynuzlarına sahip değilseniz, silahlanmamışsanız sürekli boğazlanırsınız. Arzu ettiğiniz, hayalini kurduğunuz özgürlüğü kan akıtmadan kazanacağınızı mı düşünüyorsunuz?”. Bu tahriklerden sonra Van’da halk arasında bir kaynaşma başlamıştı. İstanbul’da yayımlanan Ermeni gazeteleri bile Kırımyan’ın bu ihtilalci fikirlerinden rahatsızlık duyuyorlardı.

Güç ve şiddet kullanımı, Ermeni propagandasının önemli bir parçası haline dönüşecek, din faktörü Ermeni millî hareketinde yalnızca Avrupa ve Amerika’yı ayağa kaldırmak için bir unsur olarak kullanılacaktır. Ermeniler için bağımsız devlet kurma ve bağımsız bir toplum olma örneği, tarihte yaşanmadığı ve mevcut olmadığı için, bu var olma biçimini engelleyen bir düşman yaratma ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Ermeni tarih yazımı içerisinde, Ermeni liderlerinin ve komitecilerin yaptığı mücadeleler hep kahramanlık, buna karşı gelen, uluslararası hukuka saygılı ve bağlı siyasi birlik içerisindeki devlet sahibi Osmanlı yönetimi hep gaddar ve acımasız gösterilmiştir. Bu tarih yaklaşımı XIX. yüzyıldan itibaren tamamıyla Türk idaresine karşı harekete geçmiş olan devletler tarafından yönlendirilmiştir. Avrupa ve ABD kamuoyu, Osmanlı Devleti’nde meydana gelen olayları, Rum, Sırp ve Bulgarların mücadelelerini zaten Hristiyanlık ruhu ile ele almışlardı. Doğuda bir anavatandan yoksun olan Ermeniler nüfusun ancak yüzde yirmisini teşkil ettikleri bölgelerde bağımsız bir devlet kurmak istiyorlardı ve tezlerinin en zayıf noktası, bu vatan kavramından yoksun olmalarıydı.

Kırımyan’ın seçtiği hareket tarzı, Anadolu’da kısa süre içerisinde meyvelerini vermeye başladı. Van, Ermeni gizli örgütlerinin bir merkezi haline geldi. Erzurum’daki İngiltere Konsolosu Graves, Osmanlı Devleti’nde Ermeni ihtilalcilerin gelerek Ermeni halkını isyana teşvik etmelerini olayların başlangıcı olarak ifade etmektedir. Yine Muş’ta yakalanarak İstanbul’da Sultan II. Abdülhamid’e itiraflarda bulunan meşhur Ermeni komiteci Mihran Damadyan da doğuda Müslümanlara saldırarak ilk olayların kendileri tarafından başlatıldığını söylemektedir.

Bu kritik dönemde 33 yıl padişahlık yapacak olan Sultan II. Abdülhamid, büyük devletlerin tıpkı Balkanlarda olduğu gibi Doğu Anadolu’da bağımsız bir devlet (Ermenistan) kurmak suretiyle Anadolu’yu parçalamak için hazırladıkları planları görerek, asayişi sağlamak için Doğu Anadolu’da fevkalade tedbirler aldı. Ermeni siyasi ve dinî grupları bu durum karşısında faaliyetlerini artırmaya ve Avrupalı devletlerin dikkatlerini çekmeye çalıştılar, bunu Anadolu’da çıkaracakları karışıklıklarla sağlayabileceklerini düşündüler. Bu faaliyetleri kurdukları Hınçak (1887) ve Taşnak (1890) ihtilal örgütleri vasıtasıyla gerçekleştirdiler. Hem Anadolu’da hem de Avrupa’nın farklı şehirlerinde teşkilatlanan Hınçaklar, gücünü ilk olarak 15 Temmuz 1890’da Kumkapı Gösterisi ile ortaya koydu. Gösterinin amacı, ezilen Ermenileri uyandırmak, Osmanlı Hükûmeti ile birlikte çalışan kiliseyi cezalandırmak ve Bab-ı Âli'yi Ermeni istekleri konusunda uyarmaktı.

Ermeni komitecileri özellikle İstanbul Ermeni İhtilal Cemiyeti üyeleri İstanbul’daki Ermeni halkını hem Osmanlı Hükûmeti’ne hem de Ermeni Patrikhanesi’ne karşı yaftalarla kışkırttılar, buna uymayanların ölümle cezalandırılacağını ilan ettiler. Komiteciler Osmanlı Hükûmeti’nde görevli Ermenilere karşı da acımasızca davrandılar. Kumkapı olaylarında şahitlik yaptığı gerekçesi ile Adliye Dairesinde avukatlık yapan Haçik Efendi Ermeni Gizli Cemiyeti tarafından öldürülmüştü. Tarihi kayıtlar ve arşivler bu tehdit ve cinayet belgeleri ile doludur. 1893’te Merzifon’da başlayan ve kısa sürede Yozgat, Kayseri ve Çorum’a yayılan olayları Amerikan Anadolu Koleji öğretmenleri Tomayan ve Kayayan örgütlemişlerdi. Bu olaylardan sonra yargılanan yöneticilerin suçları sabit olmasına rağmen Avrupa devletlerinin ve ABD’nin baskıları sonunda serbest bırakılmaları Anadolu’da olay çıkartmak konusunda Ermeni komitecilerini daha da cesaretlendirecekti. Bu hadiseleri 1894 Sason Olayları takip etti.

Hınçaklardan sonra Anadolu’da ihtilal fikrini yayan ikinci önemli örgüt Taşnaklar oldu. 1890 yılında Tiflis’te kurulan Taşnaksutyun kendisine metot olarak terörü seçmişti. “Bir düzine silah sevk edecek çete, bir düzine programdan daha etkilidir” şeklinde düşünen Taşnak Komitesi’nin amacı, Rusya’dan Türkiye’ye geçen çetelere yardım etmek, savunma teşkilatı kurmak, taraftar toplayarak isyan, ihtilal çıkarmak ve Ermenistan’ın bağımsızlığını sağlamak ve bunun için de Ermenileri silahlandırmaktı. 1896 Osmanlı Bankası Baskını’nı organize ederek İstanbul’da binlerce insanın ölümüne sebep olan Taşnaksutyun Cemiyeti üyesi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Tiflis’te Rus ordusu içinde Ermeni gönüllü birliklerini düzenleyecek olan Karekin Pastırmacıyan’dı.

Aslında Ermeni hadiselerini çıkaran ve bir bakıma bu cemiyetlerin kararlarını uygulayan daha önemli bir oluşum vardı: Fedailer. Ermeni halkının belleğinde ihtilal hareketi fedailerin hareketiyle özdeşleşmiştir. Fedailiğin temeli Ermeni köy eşkıyalığına dayanıyordu. 10 ile 15 silahlıdan oluşan seyyar çetelerin ilk hedefi Ermeni köylülerini silahlandırmak ve Osmanlı otoritesine karşı ayaklandırmaktı. Ermeni tarih yazımı içinde millî kahramanlar olarak ifade edilen bu fedailer, yüz yıl boyunca Anadolu’yu kana bulayan Antranik, Hamazsb, Dro, Paramaz ve Sabah Gülyan gibi Ermenilerdi. Bunlar Birinci Dünya Savaşı başladığında Kafkasya’da Rus Çarlığı tarafından kurulan Ermeni Gönüllü Birliklerinin liderliğini yapacaklar, Van, Erzurum ve Bitlis vilayetlerinin işgalinde bölgede yaşayan Müslüman halka karşı tam manasıyla bir soykırım uygulayacaklardı. Bu eylemler gerçekleştirilirken sevk ve iskân kararı henüz alınmamıştı.

1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile Ermenilerin çoğu demokratik seçim sistemi içinde haklarını aramaya yöneldiler. Hınçak ve Taşnak birer siyasi parti haline dönüşerek Osmanlı Meclis-i Mebusanı içinde yer aldı. Ancak Taşnak’ın dağ kolunu temsil eden lider Antranik ve Hınçak’ın terör kolunu temsil eden Paramaz ve Sabah Gülyan bu kararlara uymadılar. Onlara göre Meşrutiyet Ermenilere kurulan bir tuzaktı ve Ermenistan’ın geleceği ancak Ermeni halkının silahlı mücadelesi ile inşa edilebilirdi. 1913 yılında Köstence’de gerçekleştirilen Hınçak Cemiyeti’nin 7. Kongresi, partinin Osmanlı kanunları dahilinde çalışan siyasi bir yapı olmasına bakmaksızın Osmanlı Devleti’ne karşı savaş kararı veriyor, bakanlarına suikast kararı alıyordu. Balkan Savaşlarında Osmanlı Devleti karşısında savaşan devletlerin ordusu içinde hem Hınçak hem de Taşnak grupları askeri güç olarak yer alıyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı’na hiç de iyi şartlar altında girmeyen Osmanlı Devleti, seferberlik ilan ettiği tarihlerde ülkesinde yaşayan farklı grupların, savaştığı Rusya, İngiltere ve Fransa saflarında yer aldığını gördü. Bu durumu kendi geleceği için bir tehlike sayarak uluslararası hukukun verdiği bazı hakları kullandı. Ermenilere yönelik sevk ve iskân uygulaması veya yaygın olarak bilinen adıyla tehcir, 27 Mayıs günü çıkarılan ve 1 Haziran 1915 tarihinde Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanan kanun çerçevesinde başlamıştı. Tehcir kanunu ve uygulaması üzerinden 100 yıldan fazla bir süre geçmesine karşın hala tarih ve siyaset alanında en çok tartışılan konulardan birisi olmayı sürdürmektedir. Çünkü geçmişte siyasi emellerine araç olarak Ermenileri kullanan güçler, aynı politikalarını bugün de Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki politik baskılarını daha tesirli hale getirmek için kullanmayı sürdürmektedirler. Bu yüzden geçmişte ve özellikle yakın tarihlerde tehcir benzeri uygulamalar başka Batılı ülkeler tarafından da uygulanmış olmasına rağmen, Ermenilerin tehciri gündemdeki sıcaklığını korumaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden birincisi elbette Ermenilerin, tehcir uygulaması ve sonrasında yaşananları “soykırım” olarak uluslararası kamuoyunda kabul ettirmek istemesidir. Nitekim bugüne kadar 20’den fazla ülke meclisinde 1915 Olayları “XX. Yüzyılın İlk Soykırımı” olarak kabul edilmiştir.

Tehcir uygulamasına tanıklık eden yerli ve yabancı kaynakların raporları ve değerlendirmeleri gözden geçirildiğinde, olayların soykırım olarak nitelendirilemeyeceği açıkça görülmektedir. Ermenilerin kayıpları hakkında savaş yıllarında 300 bin ile başlayan ve nihayet 1,5 milyon olarak telaffuz edilen rakamlar, konunun siyasi malzeme yapıldığını ortaya koymaktadır. Modern tarihçi, savaş propagandası ile gerçekleri birbirinden ayrıştırabilmeli, belgelerin tuzaklarını görebilmeli ve tarihi bugünün penceresinden değerlendirmemelidir. Tehcir konusunda referans alınması gereken savaş sırasında yapılan düşmanı karalama propagandaları olmamalıdır. Tehcir bir tarihi olaydır ve yeni belgeler ve bilgiler ışığında tekrar tekrar yazılabilmelidir. Haliyle belgesiz yazılan tarih, tabuları doğurmuştur.

Resmî metinlerde tehcir kararının iç güvenlik nedeniyle, askerî gereklilik üzerine alındığı görülmektedir. Nitekim bu husus, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’ya yazdığı telgraf metinlerinde de belirtilmiştir. Enver Paşa, Ermenilerin ordunun gerisinde isyanlar çıkarttığını, sabotaj eylemlerinde bulunduğunu ve ordunun operasyonlarını etkilediğini vurgulamıştır. İsyanlara önlem olarak Ermenilerin ve ailelerinin ya Rus topraklarına ya da Anadolu içinde çeşitli yerlere dağıtılmasını teklif etmiştir. Tehcir kanununu Ermenilere duyurmak için hazırlanan bildirilerde de gerekçeler açıklanmıştır. Buna göre; Ermeni vatandaşlar dış telkinlerin sonucunda, kendi huzurlarıyla birlikte devletinin ve diğer vatandaşlarının huzur ve sükûnetini bozacak birtakım yanlış fikirlere kapılmışlardır. Ermeni cemiyetleri hükûmetle savaş halinde bulunan düşmanlara katılma cesaretinde bulunmuşlardır. Ülkenin ve Ermeni cemaatinin varlığının korunması için devletin savaşın bitişine değin yerleşmek üzere Ermeni cemaatini ülke içerisinde hazırladığı yerlere sevke mecbur kalmıştır.
Yerli ve yabancı
kaynaklar incelendiğinde
olayların soykırım
olarak nitelendirilemeyeceği
açıkça görülmektedir.
Turizm Ülkesi Türkiye
Geleneksel Sanatlar
Tiyatro
Türk Mutfağında Öne Çıkan Lezzetler
1918-1922 yılları arasında gerçekleşen Millî Mücadele’nin başarılı olması ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti' nin kurulmasıyla birlikte Cumhuriyet yöneticileri Ermenilere önyargılı davranmamış, çok sayıda Ermeni yurttaşın yeni Cumhuriyete bağlı olarak devletin yanında yer aldıkları görülmüştür. Lozan Antlaşması hukuki bir belge olarak azınlık haklarını garanti altına almıştır. Yeni Cumhuriyet’in yapısında Türk milletine aidiyetin esası ırka değil “dil, kültür ve ülkü” birliğine bağlanmıştır. Ermeniler Cumhuriyet döneminde Türk kültür ve sanat hayatının gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ermeni toplumu Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk toplumunun ayrılmaz birer parçası olmuştur.

1965 yılından sonra Ermenistan’ın ve diaspora Ermenilerinin gayretleriyle “Ermeni soykırımı” meselesi artan bir oranda Türkiye’nin gündemine yeniden girmiştir. 1965 yılına kadar Türkiye’nin çok da fazla önem atfetmediği ve 1923 yılındaki Lozan Antlaşması’yla kapandığını düşündüğü Ermeni meselesi, Ermenilerin soykırımın ellinci yılı olarak ilan ettikleri 1965’ten sonra Türkiye’yi özellikle dış politikasında ziyadesiyle meşgul eder hale gelmiştir. Diaspora Ermenileri bir yandan terör faaliyetlerine başvurmuşlar, bir yandan da yaşadıkları ülkelerin parlamentolarında soykırımı tanıyan kararlar aldırmaya çalışmışlardır.

1973 yılında bireysel bir eylemle başlayan üçüncü dönem Ermeni terörünü ASALA ve JCAG-ARA yönlendirirken küçük Ermeni terör örgütleri de ortaya çıktı. İlk önce Hınçak komitesinin devamı niteliğindeki ASALA kuruldu, daha sonra fanatik taraftarlarını ASALA’ya kaptırma endişesini taşıyan Taşnaklar JCAG-ARA’yı kurdular. ASALA’nın amacı, Türkiye Ermenistanı’nı kurtararak müstakil bir devlet kurmak veya Sovyet Ermenistanı ile birleştirmekti. Milliyetçi Taşnak komitesinin kurduğu JCAG-ARA’nın amacı ise sözde Türkiye Ermenistanı ile Sovyet Ermenistanı'nı birleştirerek bağımsız büyük bir Ermenistan vücuda getirmekti. Her iki terör örgütünün amacında farklılıklar olsa da benzerlikler de yok değildir: 1915 yılında gerçekleştirildiği iddia edilen sözde soykırımın intikamını almaktır. Ayrıca kullandıkları yöntem aynıdır: Yıldırma, cana kıyma, yakıp yıkma, korkutma, şiddet ve tedhiş. JCAG-ARA toplum içerisinde bombalama eylemlerine girmezken ASALA bunu defalarca yapmıştır. Sadece Esenboğa ve Orly baskınlarında 16 kişi hayatını kaybetmiştir. ASALA batılı ülkelere karşı defalarca tehditlerde ve eylemlerde bulunmasına rağmen JACAG-ARA’nın batılı ülkeleri tehdit etmesi çok nadirdir. Gerçekleştirdiği 32 eylemin 31’ini Türk hedeflerine yöneltmiştir. Esenboğa ve Orly baskınını hariç tutarsak diğer bütün önemli eylemleri JCAG-ARA gerçekleştirmiştir. Büyükelçilere karşı yapılan suikastların neredeyse tamamını JCAG-ARA üstlenmiştir. Üçüncü dönem Ermeni terörü 1984’ten itibaren hız kesmiştir. Bunun en önemli nedeni Ermeni terör olaylarının amacına ulaşmasıdır. 1915 hadisesi tekrar canlanmış ve sadece Ermeniler değil bütün dünya 50 yıl sonra tekrar Ermeni sorununa eğilmiştir. Bunun en göze çarpan örneği 1987 yılında Avrupa Parlamentosu’ndan başlamak üzere diğer devletlerin Ermeni Soykırım tasarılarını kabul etmeleridir.

Ermenilerin Türkiye’ye karşı çabalarında kendi adlarına başarılı olmaları sonucu ülke içinde ve dışında Türkiye karşıtı bazı gruplar kendi soykırım tezleriyle ortaya çıkmışlardır. Bunlardan en bilinenleri Pontuslu Rumlar ve Süryanilerdir. Ermeni, Pontuslu Rum ve Süryaniler faaliyetlerini senkronize etmişler ve bugün soykırım çalışmaları literatüründe genel olarak “Son dönem Osmanlı soykırımları” diye bir ifadenin yerleşmesini sağlamışlardır.

Bugün Tükler hiç yapmadıkları bir şeyle suçlanmakta ve yapmadıkları bir şeyi kabule zorlanmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti, tarafsız ve özgür kamuoyu ve bilimsel anlayışa sahip olduklarını her defasında ifade eden Avrupa ve ABD kamuoyudan, bahsedilen vasıfların gerçekleştirilmesini ve tarihin bir bilim olarak yeniden ele alınmasını istemektedirler.

Türk ve Ermeni tarih anlatılarının “adil bir hafıza” etrafında birbirine yakınlaşmasının yolunun açılabileceği inancıyla, Türkiye, 2005 yılında kendi arşivleri ile Ermenistan ve üçüncü ülkelerdeki arşivlerde 1915 olayları konusunda araştırma yapılması için ortak bir tarih komisyonunun kurulmasını önermiştir. Söz konusu komisyonun bulguları, bahse konu trajik dönemin her iki tarafta daha iyi ve adil şekilde anlaşılabilmesini sağlayabilecek, Türkler ile Ermeniler arasındaki diyaloğa katkıda bulunabilecektir.

Türkiye ile Ermenistan arasında yeni bir normalleşme süreci başlamıştır. Bu kapsamda, Özel Temsilciler Büyükelçi Serdar Kılıç ve Ermenistan Parlamento Başkan Yardımcısı Ruben Rubinyan arasında ilk görüşme 14 Ocak 2022 tarihinde Moskova’da gerçekleşmiştir. Özel Temsilciler, olumlu ve yapıcı bir atmosferde gerçekleşen bu ilk görüşmelerinde, Türkiye ve Ermenistan arasında diyalog yoluyla yürütülecek normalleşme sürecine yönelik ön görüş alışverişinde bulunmuşlardır. Taraflar, müzakereleri tam normalleşme hedefiyle ön şart olmaksızın sürdürme hususunda mutabık kalmışlardır. Özel Temsilciler arasındaki görüşmeler, devam etmektedir. Gelinen aşamada, üçüncü ülkelerin Türkiye’nin bu yapıcı yaklaşımlarını görmezden gelerek tek taraflı Ermeni tezlerini destekleyen tasarruflarda bulunmalarının bu sürece de olumlu bir katkı teşkil etmeyeceği aşikârdır.

“BENİM TÜRKİYEM”

Siz de sizin gözünüzden Türkiye'yi anlatarak bize katkıda bulunabilirsiniz.